KISA BİR NE OLUYOR BU, ÖYKÜ MÜ, HİKAYE Mİ, NE?


Dün ilk kez yaşadım bunu. Yani birazdan anlatacağım şeyi.
Şu aralar biraz melankolik zamanlar geçiriyorum. Hal ve tavırlarım pek o kadar melankolik değil ama içime sıvaşmış bir umutsuzluk ve sıkıntı hissi var. Sebebini bilmediğim ve düşünmeye üşendiğim garip bir, pişmanlık gibi, bunaltı gibi, umutsuzluk filan gibi bir his sürekli iki ciğerimin arasında öylece duruyor.
Bunu değiştirmek kolay iş bu yüzden bu duyguyla yaşamaya alıştırdım kendimi. Sıkı bir ter atma, yarım bıraktığım işimi bitirme, araştıracak bir konu bulma hatta hatta mp3 playirımdaki play listimi baştan aşağı yenileme, sanırım işe yarar.
Bir de aslında aynı rutini yaşamaktan da bu şekilde hissedebiliyor insan. Sanıyorsun ki radikal bir hareketle bir şeyleri şak diye kessen, istediğin hayat için öz saygının kendini kahraman gibi hissedeceği bedelleri ödemeye göğüs gersen, dolayısıyla ellerin yağlı gibi hiç bir şeye dokunmadan bütün zerrelerinle göç etsen, düzelecek her şey sanıyorsun. Ama bunun sanrı olduğunu bildiğin için rutinin daha aklı başında geliyor.
Dün işte bu Bağcılar - Kadıköy rutin trafik hattında kitabımı okuyarak serviste oturuyordum. Okuduğum kitap umut ve yaşama saygılı, betimlemelerinde hep doğanın yeşilliğini fon alan, çok sevdiğim bir aile büyüğümüz, Herman Hesse. Dolayısıyla sıkıntımın sebebi o olamaz. Ha, bak geçen hafta Zombi diye bir seri katil hikayesi okumuştum, onda epey darlanmıştım o da neden, yazar, ki Joyce Carol Oates'ı da çok severim, o hikayesinde nedense gerçekçi dursun diye seri katilin ağzından yazarken "ve"yi "&" olarak yazmış. Ve sayfa başına düşen & sayısına inanamazsınız. Kardeşim biz de sembollerden kaçmışız bunca yıl, akla karayı seçtim kitabı okuyacağım diye. Yoksa bir manyağın ruh halini güzel anlatıyor. (Ben bu Amerikan edebiyatını çok seviyorum şaka maka.)
Ne diyordum, ha, evet, bu sene kırk yaşımdan gün almaya başladım, Allah bağışlasın, bunun da ruhuma bir etkisi olabilir. Yaşlılık, ölüm, yalnızlık, yaşama amacı, sürekli bunları düşünüyorum. Mütemadiyen bunları düşünüyorum. E siz de takdir edersiniz ki hiç birine geçerli bir sebep bulamıyorum. Dolayısıyla dışarıdan belli olmadan son derece içime kapanık yaşıyorum bu Bağcılar- Kadıköy trafik hattında.
Benim için şu aralar hayatın en büyük lüksü, servise erken binip ön konsolda yer kapmak. Böylelikle kafayı kaldırıp da İstanbul'a bakacağım zamanlar son model minibüslere has o konforlu koltukların önünde hayatı gösteren dev ekrandan İstanbul'u seyrediyorum. Saolsun servis şöförü de muhabbetçi olmadığı için yolun sonuna kadar tek soru sormuyor. Bazen soracak gibi oluyor ama kulağımda kulaklık olduğu için çok üşendiğimde duymamış gibi yapıyorum ve hiç suçluluk hissetmiyorum. Zira soruların gerekli olanlarını da gereksiz, sırf yolda giderken canı sıkıldı diye geyik açmak için sorulduğunu da bilecek yaştayız şükür.
Dün işte, ama bir dakika, o kadar acımasız değilim, bazen çocukcağızın bir insan yüzü görmeye ihtiyacı olduğu zamanlarda aile jargonundan bir iki kelime söyleyip kendini yalnız hissetmeyeceği kadar samimice bir gaz veriyor, kitabıma dönüyorum. (Çok samimi de olmuyor bu bir iki söz, çünkü o zaman yavşaklık da olmasın diye. İnsani oluyor daha çok.)
Dün işte, tam yine sıkıntılı sıkıntılı (ki belki de bu sıkıntı tamamen sıkıntıdandır, yani yine nereden baksan bir buçuk saat o arabada oturuyorum) kitaptan bir ara kafayı kaldırıp boz renkli şehre bakmaya başladım. Her yer her yere ne kadar benziyordu. O çirkin binaların arasından ama çok ufak bir arasından, bir ara gök yüzünü gördüm. Bir martı bir amacı varmış gibi gidiyordu.
Hani aşıklar aşık oldukları kimseyi görünce kalpleri takır takır heyecanlanır ya, çok garipsedim, martının o uçuşu kalbimi heyecanla çarptırdı. Bir an, nefesim kesildi heyecandan. Çok küçük bir an. Bu heyecanın devamını getiremedim çünkü buna heyecanın yerini şaşırmak aldı. Keşke şaşırmasaydım.
Denize doğru gidiyordu besbelli martı. Ama emlak ofisi gibi deniz manzarasına değil, martının uçuşundaki emeğe, öne doğru kendini ittire ittire gideceği yönü bilir haline, buralarda hala ne istediğini, nereye gittiğini bilen canlılar yetiştiğine kalbim çarpmıştı. Bir de doğaya ait oluşu vardı tabii.
Bu heyecanı ilk deneyimleyişimdi. Doğaya duyduğum ilk aşktı bu.
Çok hoşuma gitmişti. Sanki kitabımın birinci bölümü dün bitmiş de, ikinci bölüme geçmişim gibi. Güzel bir duygu idi bu. Genel manzaraya bakınca, kendini vererek hayatını okuyunca, hikayenin devamının umut dolu olduğunu hissettiren, güzel bir ipucuydu.  
Karakterleri artık tanıyordum. Şimdi sıra olay örgüsündeydi. 
Bakalım olaylar nasıl gelişecekti.
Bir de en önemlisi, türü neydi.
Ama olayın geçtiği yer sadece şehirden oluşmamalıydı. Bir de aynı rutinden.
Artık biraz mekan anlatımlarına ihtiyacım vardı. Yeni yerler, yeni doğalar.
Bunun için sadece yazmak yeterliydi.

Yorumlar

  1. hafız, doğayı,manzarayı boşver. sen de lostu, game of trones'u alt edecek senaryo kafası var. oraya yoğunlaş derim ben naçizane.
    hafız mı dedim ben az önce.

    YanıtlaSil
  2. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Popüler Yayınlar